New York, New York


Şu anda Frank Sinatra’nın New York New York şarkısını açtım You Tube’da, onu dinleyerek yazmaya başladım. “I wanna wake up in a city, that doesn’t sleep....” diye söylüyor. Uyumayan şehirde uyanmak istiyorum diyor. Ne canlı bir şarkıdır bu böyle.

New York’u görmeyi çok istiyordum. Brooklyn Köprüsü’nün bir fotoğrafını ajandamın ilk sayfasına, her elime aldığımda  görebileceğim şekilde yapıştırmıştım. Bu köprüde yürümeyi hedeflerimden biri olarak belirlemiştim kendime. 2012 yılında bu hedefimi gerçekleştirdim. Büyük kızımı okuluna yerleştirdiken sonra küçük kızımla birlikte New York’a gittik. Bir hafta kaldık. Brooklyn Köprüsü’nde yürüme hayalimi gerçekleştirdim böylece.



Bu sene büyük kızımın okulu tatil olunca New York’a gitmeyi teklif etti bana. O Chicago’dan geldi, ben buradan gittim. New York’ta buluştuk kızımla. Anlaşılan bu uyumayan şehirde uyanmayı o kadar yürekten istemişim ki, bir yıl içinde ikinci kez gitmek mümkün oldu. Bu kez Brooklyn Köprüsü üzerinde yürümek dışında hemen hemen aynı şeyleri yaptık kızımla. Bir tek farkla. Küçük kızımın yaşı tutmadığı için onunla içki içememiştik. Bu kez bara gittik, keyfimizce içtik.

New York’u hop on hop off’larla gezmeden anlamak, her yerini bir haftalık bir süre içerisinde görmek mümkün değil. Uptown, midtown, downtown gezileri yaptık. Gece otobüs gezisiyle Brooklyn’e gidip, New York’un kartpostallardaki görüntüsünü izledik. Aynı görüntüyü Manhattan’ın solundaki Hudson nehrinde başlayıp, Harlem nehrine kadar giden ve geri aynı yere dönen tekne gezisinde de izledik.

Aslında New York’u uzun uzun anlatmak niyetinde değilim. Anlatılması zor. Filmlerde, dizilerde izlediğimiz şehirden farklı değil. O mekanlarda bulunmak, yürümek başka bir şey. Sokaklardaki, metrolardaki, hatta bazı asansörlerdeki çiş kokusunu duymak da başka bir şey. New York TV’sinde metrolarda çöp kutusu olmadığı için atılan çöplerin fareleri metroya çektiği haberi yayınlanıyordu. Sokaktaki çöplerin çevresinde zaten cirit atıyorlar, biz rastladık. Bunlar gerçekler ve benim görmediğim, algılayamadığım kim bilir daha ne olumsuzluklar vardır. Amacım asla kötülemek değil. Ben bu şehri çok sevdim. Bana göre bir numara.

Acaba filmlerden, dizilerden, şarkılardan, ünlülerden etkilenerek mi bu şehir bu kadar merak ediliyor, seviliyor diye düşünüyorum. Günde bir milyon kişi Times Meydanı’ndan geçiyormuş. New York’a yılda 40 milyon turist geliyormuş. Turistlerin çoğu sanki Amerika’nın diğer eyaletlerinden gibi.

Özellikle şehri gördükten sonra, sevip beğenmeme neden olan şeyin merakın ötesinde bir şey olduğunu daha iyi anladım. Şehir 19 milyonluk nüfusuna, onca kalabalık turist ziyaretçisine rağmen tıkır tıkır işliyor. Geçen yıl, Obama ve Justin Bieber aynı zamanda şehre gelince bir kaos yaşanmış, trafik kapanmış. Onun dışında şehrin düzenli yapısı ve  metrosu sayesinde ters giden bir şey yok gibi. Üstelik şehrin yüzölçümü İstanbul’un beşte biri kadar. Şaşırtıcı bir durum.

Geçen gittiğimizde şehrin tarihiyle ilgili aldığım kitaplarda  kuruluş öyküsü, inşası, planlaması hakkında okuduklarım çok etkileyiciydi. Belli ki ilk yıllarda kurulan bazı yapılar yıkılmış yerine yeni gökdelenler yapılmış. Şu anda eski olan, yer olarak çok iyi binalar da var. Bizdeki gibi, müteahhitler yeni gökdelenler inşa etmek için bu binaların mal sahiplerini iknaya uğraşıyor mudur acaba?

Dünyada en çok ziyaret edilen ve planlı programlı bir şekilde alanı boş bırakılıp, park olarak düzenlenen Central Park, şehrin içinde bir vaha gibi. Büyük, güzel, bakımlı, şık. İnsanların mutlu mutlu dolaştığı, koştuğu, çocuğunu gezdirdiği bu park gece gökdelenlerin tepesinden bakılınca karanlık görünen tek yer.  

Sanırım şehirde beni en çok mutlu eden şey; insanların birbirine saygısı. Rahatsız eden hiç kimseler yok. Saygı üst düzeyde. Bizim metrodaki gibi bacağını sonuna kadar, mümkün olsa 180 derece açıyla açan erkekler yok. Bu duruma öyle çok rastladım ki bu ülkede, yanımda oturan bu tür ahmaklar yüzünden metro, otobüs, dolmuş seyahatim zehir olmuştur. Bana değmesin diye ben oturduğum yerde büzüşe büzüşe buhar olup uçma noktasına gelebilirim yani o kadar. Ben bu kadar büzüşebiliyorsam, o neden genişliyor? Son gün uzun bir metro yolculuğu yaptık havaalanına. Karşıda oturan adamcağız nasıl iri, kilolu. Uykusu da gelmiş, uyukluyor. Ona rağmen efendilik adamın ruhuna işlemiş heralde, bacaklar birbirinden bir derece olsun ayrılmıyor. Şaştım kaldım doğrusu. Mutlaka farklı olan da vardır. Ama herkes eğitimli olmasa da, şehir onları eğitmiş bence.

Sonra yine yazarım New York’u. Washington D.C.’ye de gittik kızımla, onu da yazarım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yine Tuba Ağacı

Tuba ağacı

Tarabya hakkında yazarken