Yaprak günü


40 yaşıma kadar kişisel gelişim kitaplarını, yazılarını okumaktan, incelemekten, satırların altını çizmekten, not almaktan hep çok keyif aldım. Sanırım o yaşa kadar ihtiyacım vardı bunlara. Sonrasında bu tür yazıların ve kitapların yüzünü dahi görmekten hoşlanmadığımı fark ettim. O zamanlarda artık büyümüştüm sanırım. En son Stephen Covey’in “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı”nı okuduğumu hatırlıyorum. Arkadaşlarımla da paylaşmayı pek severdim. Bir arkadaşım okuyup, geri getirdiğinde “nasıl etkili miyim?” diye sormuştu. Öyle kitap okumakla falan etkili olunmuyor tabi, arkadaşım haklıydı.

Çocukların küçük olduğu bir dönem evde, mutfak masasında, 4 kişilik ailemizin katıldığı haftalık toplantılar organize ettim. Daha çok iletişim sağlamak, işte ve okulda yaşananları, okuduğumuz kitapları paylaşmak için. Bir de aile anayasası hazırladık. En önemlisi her hafta birimizi “haftanın aile bireyi” seçip, resmini vestiyerin yan tarafına asıp, onu neden haftanın bireyi seçtiğimizi belirten davranış özelliklerini yazıyorduk. Genellikle kızlarımıza torpil yapıyorduk. Sonra şunu anladım ki, bu işi benden daha çok seven ve ciddiye alan hiç kimse yok evde. Benim hatırıma yapılıyordu bu aktiviteler. Okuduğum kişisel gelişim kitaplarından etkilenmiştim. Onlar da tabi bizim kültürümüzden değil, uymuyor bize, zorlama oluyordu. Ne yapayım, kendi yaratıcılığım yoktu bu konularda. Bıraktım zaten bu işleri. Hayatımıza her hangi bir katkısı oldu mu bilmiyorum. Bizim gibi kültürlerin ortak özelliği, çocuğunu yakından takip etmek, kafasının içine girip onun yerine düşünmek, karar vermek, korumacı olmak üzerine kurulu sanki. En azından ben öyleyim galiba. Bu isteğime uygun bir kılıf gibi mi gelmişti acaba bu uygulamalar? Sanmıyorum. Kendimce tüm ailem gelişsin istiyordum.


Bu yazıma biten bir yılın ardından, hayata dair bir şeyler yazayım blogumda diye başladım. Neler yazmalıyım diye araştırdım. Karşıma bana kişisel gelişim yazılarını hatırlatan şeyler çıktı. Yine kötü hissettim kendimi.

Haftasonu “Zamana Karşı” diye, bilim kurgu türünde bir film izledim. İnsanlar yaşlanmayı durdurmuşlar. Doğup, büyüyüp 25 yaşına kadar geliyorlar, bu doğal hakları. 25 yaşından sonra artık daha fazla yaşlanmıyorlar ve ölümsüzlüğün sırrına eriyorlar. Parası olanın sonsuza kadar yaşayabileceği bir dünyanın sırrına. Zengin bir adam var filmde, 400 yaşında, annesi, eşi ve kızı aynı yaşlarda gözüküyorlar, hepsi çok genç. Zamanın rahatlıkla satın alınabildiği bu sistemde zenginler sonsuza kadar genç kalarak yaşarken fakir ve güçsüz olanlar ölüyor, eleniyorlar. Üstelik kendi yaşayamadıkları yıllar başkalarının hayatlarına eklenebiliyor. Güçsüz olanlar sadece bir gün daha hayatta kalabilmek için 'zaman' dileniyor, ödünç alıyor, bazen de zamanı çalıyorlar. Zaman para birimi oralarda, alışverişlerini zamanla yapıyorlar, kumar oynuyorlarsa zamanla ödüyorlar. Komünist ruhlu baş kahraman ise bütün bu yozlaşmış sisteme karşı baş kaldırarak, sistemi çökertmeye, zenginden alıp fakire vermeye çalışıyor. İlginç bir filmdi. Fikir iyiydi, daha iyi kurgulanabilirdi diye düşündüm.


Bu filmi de izledikten sonra, bitmekte olan bir yılın ardından, 50 yaşına gelmiş ve epey yaş yaşamış biri olarak burada bir şeyler yazabileceğime inandım.

Hayat zorluklarla dolu. Yaşamak için bu zorluklara çeşitli yollarla başkaldırıyor insan. Günümüz koşullarında, yaşadığımız çevreden bir insanın yaşamında ilköğretim 8, lise 4, üniversite 4 toplam 16 yıl okumakla geçiyor normal şartlarda. Her biri biterken mezuniyet törenleri, cübbeler, kepler. Sanki her şey tamam, orada sona, rahatlığa erişiyor insan, öyle değil. İş bulmak, her gün  9-6 ya da daha fazla mesai. Bekle ki emeklilik gelsin. Bu süreçte zaten evlen, çocuk sahibi ol, büyüt, uğraş, didin, nasıl bir hayat akışıdır, feleğin şaşıyor. Belki de en güzel dönem, çocukların büyüdüğünü, birer meslek sahibi olup, kendi ayakları üstünde durabildiğini gördüğün emeklilik dönemi. Henüz çocuklarım tam olarak büyümemişken giriş yaptığım emeklilik döneminin ilk zamanlarını hatırlıyorum, sanki yaşamımda yavaş yavaş frene basıyordum. Çünkü evle ilgili koşturmacalar devam ediyor olsa da, sabahtan akşama kadar işe verdiğim zaman tamamen benim olmuştu. Müthiş bir hızdan sonra, öyle kolayca yavaşlamak da mümkün olmuyor. Hala vites küçültme çabalarım devam ediyor. Ama ne oluyor, insan her türlü zorluğun üstesinden gelebiliyor, bunu görüyorsun. Sağlıklı ve huzurlu olalım yeter ki.


Bir Uzakdoğu öğretisinde, hayat bir meydan okuma, bir hediye, bir macera, üzüntü, trajedi, görev, oyun, gizem, şarkı, fırsat, yolculuk, aşk, güzellik, verilen sözler, ruh, zorluklar, bilmece, amaçtır deniyor.

                      ¨      Hayata meydan oku,
¨     Bu hediyeyi kabul et,
¨      Bu macerayı yaşa,
¨      Üzüntülerin üstesinden gel,
¨      Bu trajediyle yüzleş,
¨      Bu görevi yerine getir,
¨      Bu oyunu oyna,
¨      Gizemi ortaya çıkar,
¨      Şarkıyı söyle,
¨      Fırsatı değerlendir,
¨      Hayat yolculuğunu en güzel şekilde tamamla,
¨      Verdiğin sözleri tut,
¨      Aşkı yaşa,
¨      Güzelliklere şükret,
¨      Ruhu keşfet,
¨      Zorluklarla savaş,
¨      Bilmeceyi çöz,
¨      Amacını gerçekleştir diyor.
  
Binlerce yıllık öğretiler ve değişen pek bir şey yok görüldüğü gibi. Hayatı iyi ve doğru yaşamak, zevk almak, mutlu olmak için insanlar düşünmüşler, taşınmışlar, yazmışlar.

Her zaman rahmetli annemin söylediği bir lafı hatırlarım: “İnsanın bir toprak, bir de yaprak günü vardır” derdi. Çok diplere indiğim bir günden sonra, yaprak gününün geleceğinden hep emin oldum, annem öyle öğretmişti bize. Ben de çocuklarıma, yaşadıkları sıkıntıların zamanla, hem de kısacık zamanlarda biteceğini, daimi olmadığını, mutluluk, neşe ve huzur dolu günlerin yanıbaşımızda beklediğini anlatmaya çalıştım. Elbette toprak günleri de olacak yaşamda. Hayat zamanlardan ibaret, çok şükür ki, zaman sözünü ettiğim filmdeki gibi satın alınabilen bir şey değil. Bizlere biçilen ömür neyse, iyisiyle kötüsüyle kıymetini bilerek yaşayalım.

Yeni yılda, tüm dünyaya, tüm insanlara güzellikler diliyorum. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yine Tuba Ağacı

Tuba ağacı

Tarabya hakkında yazarken