İstanbul, semtler


Bugün hava sıcacık ve güneşliydi. Tam yürüyüş havası. Fırına ve eczaneye gitmem gerekiyordu. Çantamı almadan, gereken her şeyi ve tabi fotoğraf makinemi montumun ceplerine yerleştirip çıktım dışarı. Böyle zamanlarda kendimi turist gibi hissediyorum. Sanki farklı bir ülkede, farklı bir şehirdeymişim gibi. Tarabya sahilde biraz yürüdüm, Mado’da bir kahve içtim, fotoğraflar çektim.


Geçenlerde, arkadaşlarımızla Aksaray’daki Hatay Sofrası’na gittik. Harika yemekler yedikten sonra yürüyerek Sultanahmet’e gittik. Son gittiğimden bu yana büyük bir değişim olmuş. Caminin arka sokakları tamamen restore edilmiş, ışıl ışıldı. İnanamadım. Kafeler, restoranlar. Sokaklar yeni ve temiz. Şimdi haritadan baktım da yaklaşık 3,5 km boyunca ve yürüyüş rotası üzerinde İstanbul tarihiyle birlikte yürüdük. Yaşadığım şehiri yeterince gezmediğim için kendime kızıyorum. Keşfedilecek o kadar çok yer var ki bu şehirde. Daha önce kendi başıma Karaköy’de tünelden inip Süleymaniye Camisi’ne yürümüştüm. Cami, külliyeler, türbeler, İstanbul’a damgasını vurmuş Koca Mimar Sinan’ın mütevazi türbesi ve özellikle etrafındaki yerleşimler beni çok etkilemişti.



Ayrıca, İstanbul’da rehberli iki tura katıldım. Birisi Beyoğlu, diğeri Fener-Balat turu. Çok muhteşem yerler ve tarih, ayrıca rehberin müthiş bilgisi, her şey hayranlık uyandırıcıydı.


Bir kaç blog takip ediyorum, birisi arkadaşımın, http://bibliopola.blogspot.com/ Arkadaşım bu yıl “İstanbul’u yazıyorum” grubuna katıldı, semtleri geziyorlar, fotoğraf çekiyorlar, hikayeler yazıyorlar.  http://www.istanbuluyaziyorum.com/ web sitesinde yayınlıyorlar. New York’ta yapılan benzer bir çalışmadan esinlenmişler.  http://www.newyorkwritesitself.com/  Çok güzel girişimler bunlar.


Kızımı uğurlarken havaalanında TAV’ın çıkardığı “Gate” dergisini aldım. Çok severim bu dergiyi, Skylife da güzel ama Gate daha samimi geliyor bana. Bu dergiler hem İngilizce hem Türkçedir ya, eskiden beni yoran bir alışkanlığım vardı. Her cümleyi önce Türkçe, sonra İngilizce’sinden okurdum. Yakın zamanda bıraktım bu alışkanlığı, fakat hani insanın vicdanı sızlar gibi olur ya, o duygu beni hala rahatsız ediyor. Neyse, dergide biri işadamı, biri sanatçı olan kişilerle röportaj var, yurtdışında en çok sevdiğiniz şehir diye soruyorlar. İkisinin de cevabı New York. Hakikaten ben de çok sevdim. Bir şehire turistik amaçla gidiyorsanız, turla veya tur olmadan o şehri, şehrin mekanlarını gezmek istiyorsunuz. Gezince keşfediyorsunuz, şehri yaşıyorsunuz doğal olarak. New York güzel, ama benim için yabancı bir şehri ilk kez böyle acelesiz, aheste aheste gezmek, elde harita yürüyerek, severek keşfetmeye çalışmak mı etkili oldu bilmiyorum. Aslında İstanbul, gezmeyi ve keşfedilmeyi en çok hakeden şehir diye düşünüyorum. Binlerce yıllık tarihiyle, onca uygarlığı barındırmış bir şehir olmasıyla.


Burada ben de bir İstanbul semti hakkında yazmak istiyorum. Tarabya hakkında. Eski Türk filmlerinin çekildiği mekanlar. Nazım Hikmet’in Rusya’ya kaçarken geldiği ve Tarabya burnundan Refik Erduran’ın kullandığı tekneyle Karadeniz’e açıldığı ve geri dönmemecesine ayrıldığı yer, eski Rum evleri, bunların hikayeleri, arka ve ara sokakları. Sonra belki başka semtleri de yazarım. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yine Tuba Ağacı

Tuba ağacı

Tarabya hakkında yazarken