Tasarım ve Yetenek
Moda tasarımcısı üç gencin
katıldıkları yarışma için hazırladıkları kıyafetlerin defilesini izliyordum
televizyonda. Aslında küçük kızım izliyordu. En çok sevdiğim şey çocuklarımın
ilgiyle izledikleri programları, filmleri onlarla birlikte izlemek. O anda aynı
şeye konsantre olmak, paylaşmak hoşuma gidiyor galiba. Bana uygun olmayan bir
şey olsa bile asla değiştirtmem kanalı, izlerim. Neyse, defiledeki kıyafetlerin
çoğu giyilebilecek nitelikte, şahane ve çok özeldi. Her biri özel bir tema
seçmişti, ya kendi kültürleri, ya doğa. Sadece kıyafet değil, takıları da kendileri
yapmışlardı. Tasarlamak, rengi, kumaşı, diğer materyalleri bulmak, kesime
uyarlamak, dikmek, süslemek, sunmak, bunlar benim aklıma gelen kıyafet tasarım
işinin aşamaları. Kimbilir düşünemediğim ne gibi süreçler, incelikler,
ayrıntılar vardır bu işte. Ne büyük bir emek harcanıyor. Hayatta her iş emek
gerektiriyor elbette. Şu anda Sezen Aksu dinliyorum. Onun işi de ayrı bir
yaratıcılık, emek. Nasıl da kendimizi buluyoruz bu şarkılarda. “Ne kadar az yol
almışım, ne kadar az yolun başındaymışım meğer...”
Moda tasarımcısı gençlerin kıyafetlerini izlerken bir arkadaşımdan gelen “kuş fotoğrafları”nı inceliyordum. Nasıl da güzeller, akıl almaz şeyler. O resimleri burada yayınlıyorum. Kuşların renkleri, o renklerin bedenlerindeki dağılımı, işlenişi, bir kıyafet tasarımcısına o kadar güzel esin kaynağı olabilir ki. Olağanüstü.
Keşke dünyadaki tüm
insanlar kendi alanlarında çok yetenekli olsalar, bu yetenekle hiç zorlanmadan,
kolayca muhteşem şeyler yaratabilselerdi. Herhalde o zaman dünya daha iyi, daha
naif bir yer olabilirdi.
Günlük köşe yazılarını çok
fazla ayırt etmeden okurdum eskiden. Son zamanlarda en fazla 2-3 köşe yazarını
okuyorum. Diğerlerini okumak beni çok zorluyor, başımı döndürüyorlar. Eskiden
Mine Kırıkkanat’ı, Perihan Mağden’i pek severdim. Sonra itici gelmeye
başladılar. Şimdilerde Pakize Suda’yı okuyabiliyorum mesela, ama her zaman
değil. Bazen Fatih Altaylı’yı. Hiç kaçırmadığım yazar, Ahmet Hakan. Kimi zaman, öyle
oluyor ki bir olay hakkında düşündüğüm bir şeyi bir kaç gün sonra onun köşesinde
görüyorum. Pes diyorum. Sanki okuyucusunun aklını okuyormuş, düşüncelerine
tercüman oluyormuş gibi. İyi ve çok okunan, çok dinlenen yazarların, şairlerin,
sanatçıların, Cem Yılmaz’ın kendi yaşadıklarını, düşüncelerini, yargılarını,
değerlendirmelerini işlerine en yalın haliyle ve içtenlikle yansıttıklarını
görüyorum. Bu yüzden yakın buluyoruz bu işi yapanları. Cem Yılmaz’ı adıyla
anarak yazdım çünkü bu adamcağızı hangi kategoride değerlendireceğimi bilemedim,
bir yandan yazıyor, bir yandan anlatıyor ve fazlasıyla bizden, bizim içimizden
konulara değiniyor. Bel altı ya da kendi deyimiyle diz üstü, ikisi de aynı yere
denk geliyor, olsa da gösterileri kapalı gişe olduğuna göre çok beğeniliyor. Bu
insanların hepsi ayrı bir yetenek, helal olsun diyorum. Yeteneklerine hayranlık
duymamak mümkün değil. Çünkü normal bir insanın yaşamı boyunca, ancak kendi
çevresine yararı olabiliyor. Ama topluma mal olmuş insanların, ne çok insana
yararı oluyor.
Bu arada, Orhan Pamuk
mesela, okuduğum okumadığım tüm kitapları bir yana, “Masumiyet Müzesi”nin edebi
değeri, hele ki kurduğu müze muhteşem. “Brooklyn Çılgınlıkları”ndan sonra, Paul
Auster’ın “Kırmızı Defter” ve “New York Üçlemesi”ni okudum. O da çok iyi. Ferhan Şensoy, özellikle "Hacı Komünist"i okuduktan hemen sonra, üstüne "Şans Kapıyı Kırınca"yı defalarca izledim. Küçük kızım o filme bayıldı, 30 kere izlemiştir. Büyük kızım sadık bir Ferhan Şensoy ve Ferit Edgü okurudur. O
kadar çok yetenek var ki, hangi birini sayayım. İyi ki varlar diyorum. Doğal
olarak her insanın beğenileri, yaşına, ilgi alanına, deneyimlerine göre
değişiyor. Benim beğendiklerim, benim doğru ve güzel bulduklarım bunlar.
Yorumlar